27 Eylül 2013 Cuma

ANKARA 1920 LER VE ÖTESİ



Bu muhteşem eseri hazırlayan Yalçın Ergir'e Teşekkürlerimlewww.ergir.com....


ANKARA

1920’ler ve Ötesinden
Beriye

“... o sıralar elektrik gelmişti; o Kandil, oturdukları Hacı Bayram Mahallesi’ndeki caminin minaresinde lambalar yanıyordu. Yıl 1928’di ve çocuk gözleri ilk kez elektrikle tanışmıştı..”
** ** **
Okuyacaklarınız,
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllar
ve hemen sonrasındaki Ankara’yla ilgili
“her şey” değildir ama

“en başı”nı yaşamıştan,
bizzat “tanık” olmuştan
bir “Türk İstikbalinin Evladı”ndan:
Avukat Halil Hulusi Makaracı’dan;

yani “birinci ağız”dan,
yani “son anlatabilen”den,
yani “son eli öpülebilen”den derlediğim
geleceğin Ankaralılarına aktarılması gereken
“pek çok şey”dir...

düş hekimi yalçın ergir
eylül 2004 - Ankara
** ** **


BABASI ZİYA (MAKARACI) EFENDİ’NİN ANLATTIKLARI:

ANKARA SEMALARINDA İKİ YUNAN UÇAĞI & TEMENNAH

1921 – Ankara;
bir yıl önce, 23 Nisan 1920’de toz - toprak içindeki Taşhan Meydanı’nda ilk meclis kurulmuştu. Meydan adını 1888’de Vali Abidin Paşa’nın zamanında yapılmış olan Taş Han’dan alıyordu. Önce Hakimiyeti Milliye, 1930’lardan sonra da Ulus adını alacak meydanın şu anda Ulus Çarşısı olan köşesinden Ankara Kalesi yönüne doğru Karaoğlan Çarşısı yer almaktaydı.

Ziya Efendi’nin çarşıda bir aktar dükkanı vardı. Yunan ordusu, Eskişehir Ovası’ndan Ankara’ya doğru, Sivrihisar, Polatlı üzerinden de Haymana köylerine yaklaşmaktaydı. Top sesleri Ankara’dan bile işitilmekteydi, bu yüzden Ankara halkı büyük bir heyecan içerisindeydi.

Güneşli bir gün, batıdaki Sincan tarafından iki tane uçak (tayyare) geldiği görüldü. Alüminyum ve bezden tek kanatlı, halkın pırpır dediği uçaklar önce istasyona, sonra da Meclis’in üzerinden Hakimiyeti Milliye Meydanı, Taş Han, Zencirli (Zincirli) Cami ve Vilayet Binası’na gelmişlerdi. Karaoğlan Çarşısı, Tahtakale (eski Hal’in bulunduğu alan), Balıkpazarı (Çıkrıkçılar Yokuşu), At Pazarı, Samanpazarı, Hacı Bayram Mahallesi ve diğer yerlerde bulunan bütün esnaf ve ahali iş yerlerinden, evlerinden çıkmış, pilot mahallinin üstü açık, önü mikalı, mitralyözlü bu iki Yunan uçağını izliyorlardı.

Şehrin korunması için tayyare dafi topları (uçaksavar ) mevcut değildi. Şehre en yakın Kalaba Köyü’nün üzerindeki platoda Harbiye Binası’nın etrafındaki siperlerde birkaç obüsün mevzilendirilmesi dışında, düşman casusları uzaktan top gibi görüp, şehir müdafaa ediliyor sansın diye boyanmış soba boruları ve saclardan kalkanlar dikilmişti.

Daha sonra uçaklar iki tur atarak istasyona yönelmişti. Bir alçak turdan sonra pilotlar üstü açık pilot mahallinden beraberinde getirdikleri bombaları elleriyle Mustafa Kemal’in ve Erkanıharp’lerinin bulunduğu, Kurtuluş Savaşı harekat planlarının yapıldığı (şimdi müze olan) Direksiyon Binası’na atmışlar, ancak bombalar binaya isabet etmeyip istasyondaki vagonların üzerine düşmüştü. Vagonlar yanarken, iki uçak, arkalarında kara bir duman, tekrar Karaoğlan Çarşısı ve Hacı Bayram Mahallesi üzerine gelmişlerdi. Kendilerine ateş açılamayacağını anladıkları için çok alçaktan uçan pilotların meşin başlıkları, gözlerindeki lastikli gözlükler, sırtlarındaki meşin ceket gayet net görülebiliyordu. Pilotlar aşadakilere defalarca el sallayarak selam vermişler ve şehre ilk geldikleri yöndeki Akköprü (Ankara Çayı) üzerinden gözden kaybolmuşlardı.

Bu olay Ankaralılarca “Temennah” (eli başa götürerek verilen selam) olarak adlandırılmıştı.

** ** **
Ziya Efendi, bir gün Ankaralıların “Pank-i Osmani” dedikleri “Bank-i Osmani” binasında Kurtuluş Savaşı için Sovyetler Birliği’nden, İnebolu - Kastamonu - Çankırı - Kalecik üzerinden yardım olarak gönderilmiş altınların sayılıp, el terazileriyle okka – dirhem hesabı tartılmasına tanık olmuştu. Bank-i Osmani, şimdiki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin yanından Kale Kapısı’na doğru çıkan tarihi Bedesten’in olduğu Gözcü Sokak yokuşundaki taş binadaydı.

Kurtuluş Savaşı sırasında Kuvayı Milliye’nin silahları Mavzer (Mauser), Filinta ve Karabina’ydı. Kuvayı Milliye’nin halktan toplanan paralarla peşin olarak Amerika Birleşik Devletleri’nden silah ve beş milyon mermi satın alma talebini A.B.D. reddetmişti.

Ziya Efendi’nin eşi Hatice Hanım, Milli Mücadele yıllarında uzun mekikli Singer dikiş makinası ile Hacı Bayram Mahallesi’ndeki evlerinde Kuvayı Milliye’ye yüzlerce uçkurlu asker donu, kaput bezinden göynek (gömlek) dikmiş bir Ankaralıydı. Hatice Hanım, hayatı boyunca mahalle ebesinden başka ne bir sağlıkçı, ne de bir tıp doktoru görmüştü.
                  
** ** **

29 Teşrinievvel (Ekim) 1923;
Türkiye Cumhuriyeti, Hacı Bayram Mahallesi’nde Ahi Zafer Sokağı’ndaki avlulu, asmalı evlerinden çıkıp azıcık aşağıya yürüdükleri yerde Taş Han’ın karşısındaki binada kuruluyordu.

Bu küçük Anadolu şehri henüz on altı gün önce, Gazi Mustafa Kemal’in isteği doğrultusunda İsmet (İnönü) Paşa’nın verdiği kanun teklifinin (bir milletvekilinin itirazına karşılık) kabul edilmesiyle Makarrı İdare, yani başkent olmuştu.

Bolu Mebusu İsmet (Eken) Bey’in başkan olduğu oturumda kürsü konuşması yapan Abdurrahman Şeref Bey:
- Çocuk doğmuştur, doğan çocuğun adı da “Cumhuriyet”tir diyordu.

Artık “Hakimiyet, bilâkaydüşart (kayıtsız ve şartsız) milletin”di.

Kısa bir süre öncesine kadar Mehmetçik'lerin cepheye gitmek üzere aşağıdaki istasyon binasına yürürken:

"Ankara'nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Ankara'nın dardır yolu
Yunan almış sağı-solu
Gelsin Kemal Paşa Kolu
Korku nedir içimizde bilinmez
Kanlı yazı alnımızda silinmez
Biz var iken, Ankara'ya girilmez."

diye marş söyleyerek önünden geçtikleri binada 20:30’da Cumhuriyet ilan edilmiş; hemen akabinde Gazi Mustafa Kemal 159 mebusun 158’inin oyuyla Cumhurbaşkanı seçilmiş, tek oyu da kendisi İsmet Paşa’ya vermişti.

O gece Kale’den yüz bir pare top atılmış, kapılarında kilit olmayan, sadece kapı “çıtlak”larını halkalara takıp meclis önüne gelmiş Ankaralılar coşkuyla birbirlerine sarılmışlardı. Daha sonra af ilan edildi. Zaten pek hırsızlık olmadığından hapishaneler boş sayılırdı. O zamanlar “Kadınlar Hapishanesi”, Zencirli Cami’nin arkasında, yıkılıp yerine pembe Mahzeni Evrak binası yapılan yerdeydi.

O yoksulluktaki bu onurlu ilana Amerikalılar, İngilizler gelmemiş, Lenin’in Sovyetler Birliği ise daveti reddetmemişti.

İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, başkentin İstanbul olmasında ısrarlıydılar ve büyükelçi göndermeye yanaşmıyorlardı. Ancak Gazi’nin kararlı tutumu neticesinde 1927,1928’lere gelindiğinde dirençleri kırılmış, büyükelçileri Ankara’ya göndermek zorunda kalmışlardı.

... ve HALİL MAKARACI’NIN ANLATTIKLARI:

HEYKEL

1927 – Ankara;

küçücük bir Cumhuriyet çocuğunun, tamamı Ankara’da geçen yaşam çizgisinde ilk “kendi” anıları – bir başka yüzyılda heyecanla anlatacakları oluşmaya başlamıştı.

Artık Arnavut kaldırımı döşenmiş olan Hakimiyeti Milliye Meydanı’nda annesinin elini tutmuş, Taş Han ve Karaoğlan Çarşısı arasında kocaman bir heykelin inşaatını izliyordu.

Küçük Halil ilgiyle taşların sürüklenerek yerlerine taşınışını izlerken, az ötedeki Meclis binasında Cumhuriyet Halk Fırkası 2. kongresinde, Genel Başkan Gazi Mustafa Kemal 15 - 22 Ekim 1927 tarihleri arasındaki toplam 36 saat 31 dakika süren büyük nutkunu veriyor ve Türk Cumhuriyeti’ni, İstiklali’ni gençliğe emanet ediyordu.

1 Kasım 1927’de Gazi ikinci defa Cumhurbaşkanı seçiliyordu.

24 Kasım 1927 Perşembe günü, Hükümet Caddesi’nde basılan Yeni Gün Gazetesi’nin sahibi Muğla Mebusu Yunus Nadi (Abalıoğlu) Bey’in de girişimleriyle, Heinrich Krippel’ın yaptığı – Gazi’nin “Sakarya” isimli aygırın üzerinde yer aldığı - Zafer Abidesi coşkulu bir törenle açılıyordu. Ortalık ana baba günüydü; heykel hazineden para alınmadan, halktan toplanan paralar, yüzüklerle yapılmıştı. O sıralarda Ankara’nın nüfusu 75000’di.

     

Gazi Mustafa Kemal, heykelin yönünün batıya dönük, meclis binalarına bakacak şekilde olmasını istemişti.

Ve bu abide o kadar etkilemişti ki küçük Halil’i, bir ömür boyu heykelin detaylarını incelemiş, birikimlerini bambaşka bir yüzyılda, heykelin dibinde iki gözü iki çeşme, bana ve oradaki meraklılara anlatmıştı:

Taş Han ile Karaoğlan Çarşısı arasındaki atlı heykelin çevresinde iki Mehmetçik, bir de top mermisi taşıyan (Kuvayı Milliye deyimiyle) “Kara Fatma” var. Mehmetçik'lerden Taş Han tarafındaki elini güneşe siper etmiş, Polatlı tarafindan gelebilecek düşmanı kolluyor

O kadar keskin ki gözleri elli metreden ateş böceğini görebilir. Ayağında sekiz delikten bağlı, ökçesi nalçalı, altı kabaralı Bursa postalı, tozluk yerine sekiz defa sarılmış “dolak”, elinde 7.9 mm’lik Mavzer (Mauser), üzerinde kışlık kaput var.
                             

Yani 9-11 Ocak 1921’deki 1. İnönü ve onu takip eden 23 Mart-1 Nisan 1921’deki 2. İnönü savaşlarındaki kıyafeti. Mavzerin ucuna kasatura (süngü) takılmış, çünkü göğüs göğüse çarpışma çok yakın. Başında Alman ordusuyla yapılan alışverişten 1. Dünya Savaşı’ndan kalma miğfer, göğsünde ise el bombası var.

Kara Fatma, kağnının artık gidemediği yerden itibaren top mermisini kendisi taşımaya başlamış. Ayağında şaplı çarık (süt danası, koç ya da keçi derisinden yapılan “gön”) , örme çorap, altında Kocatepe’nin kayaları var. Şalvarı, belinde kuşağı, başında yemeni, üzerinde göynek. Kolları sıvalı, yakasının dört düğmesi kapalı – altı düğmesi açık – çünkü tepesinde Ağustos sıcağı, omuzunda Büyük Taarruz’a yetişmesi gereken bir ağır sahra obüs mermisi var.

      

Öteki Mehmetçik ise kıtlık şartlarından dolayı zayıf ama Mehmet Akif’in dizelerindeki;
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın...
der gibi göğsünü açmış, eliyle Namazgah Tepesi’ndekileri çağırır gibi.

Namazgah Tepesi şimdiki Numune Hastanesi ve Etnoğrafya Müzesi’nin bulunduğu yerde, sığır kuyruğu, deve dikeni, ebegümeci, madımak bitkileriyle örtülü bir kırsaldı. Savaşa giderken askerler, bayramlarda, güneşli cumalarda ahali topluca namaz kılar; bazen de yağmur duaları yapılırdı.
      
Sakarya’nın ağzında gem değil, kantarma var. At hırslı; burun deliklerinden, kulaklarının istikametinden ve ağzındaki kantarmayı terazilemesinden belli - Gazi’den komut bekliyor. Ancak bir kantarma dizginleyebilir böyle komut bekleyen kuvvetli aygırı. Atta “alabacak” var; yani ön iki ayakta tırnaktan dize, arka tek ayakta ise tırnaktan dirseğe kadar olan kısım beyaz. Bir de alnın şakı denen alanda buruna kadar beyazlık var; yani at “aynalı”, ya da “akıtmalı”.

Mustafa Kemal’in ayağında ise, Canonica’nın Zafer Meydanı’na yaptığı Mareşal üniformalı heykelinden farklı olarak “kapaklı getir” değil, çizme var.
** ** **

Açılışa Gazi’de gelmişti. Yanında sefirler, açılışı ve Gazi’yi görmeye gelmiş halk vardı. Heykelin Taş Han’a bakan yüzünde top mermisi taşıyan kağnılı, dedeli, neneli, kucağındaki bebesiyle analı rölyefe bakarak sormuştu:

- Bu çocuk neden çıplak, o üşümez mi?

Bebeğin çulunu, kundağını, yağıştan ve havanın rutubetinden etkilenmesin diye arkadaki kağnının içindeki top mermilerinin kapsüllerinin üzerine örtmüşlerdi – zaten bir yavru için en sıcak yer de anasının kucağıydı.

Gazi’nin gözleri dolmuştu. Daha sonra 1932’de Recep Peker’in Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme) Kurumu’na bağlı olarak Keçiören Bağları’nın Kızlarpınarı ve Keçiören Köy Gazinosu’nun bulunduğu çevrede açtığı kreşe Ana Kucağı adı verilecekti.

Heykelin, Darülmuallimin Binası cephesinde, yani Anadolu’ya erkek öğretmen yetiştiren, birinci meclis zamanında Ankara dışından gelen mebusların konakladığı, daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı olarak kullanılan ve her nedense Kasım 1947’de bir gece tamamen yanan mektep binası tarafında iki rölyef vardı. Belinde Browning tabancasıyla Gazi’nin 1 Eylül 1922’de İsmet Paşa’lı, Fevzi Paşa’lı komutanlara “ilk hedef” Akdeniz’i işaretleyen ve 9 Eylül 1922’de işgalcilerin yakıp yıktıkları İzmir’de denize dökülüşlerinin rölyefleri.

Kurtuluş Savaşı’mızın ilk şehidi Hasan Tahsin’dir. İkinci ama ilk asker şehidi ise Hasan Tahsin’in şehit edildiği 15 Mayıs 1919 günü rıhtımda “Zito (Yaşa) Venizelos” diye bağırtılamadığı için defalarca süngülenerek şehit edilen Miralay (Albay) Süleyman Fethi’dir. İşte rölyefteki denize dökülme yeri, Miralay Süleyman Fethi’nin şehit edildiği rıhtımdır.

Krippel’in yaptığı, bu abide, uzun ve detaylı bir araştırmanın ürünüdür. Samani renkteki taşları Marmara Adası’ndan önce gemilerle Haydarpaşa’ya, sonra da vagonlarla Ankara’ya getirilmiştir. Bulunduğu yerde yapılan heykelin tüm yazıları harf devrimi ( 1 Kasım 1928) henüz yapılmamış olduğundan eski Türkçe, yani Arap harfleriyle kazınmıştır.

Heykel açıldıktan sonra, belli aralıklarla Ankara İtfaiye Teşkilatı’nın önden kurmalı Fiat marka arazözleriyle getirilen sularla baştan aşağıya yıkanır, çamaşır sodası ve arap sabunlu doğal süngerlerle kuşların pisliklerinden, tozdan temizlenirdi. Ankaralılar heykelin çevresine ne bir izmarit, ne de bir yemiş kabuğu atarlardı. Ulus Meydanı da yazın, günde iki defa arazözlerle sulanırdı.



Meydandaki Greenwich’e göre ayarlı İş Bankası’nın kumbara şeklindeki Longines saati dakika başı tık – tık diye hep bir ileriye atlayacak ve yirmi dokuz sene sonra Halil Bey, bu sefer annesinin elini tutmuş bir çocuk olarak değil, eli tutulmuş bir avukat baba olarak yine Zafer Abidesi’nin taşlarının taşınmasına tanık olacaktı. Abide 1956 yılında Nallıhan’lı avukat arkadaşı eski Ankara Belediye Başkanı (içişleri bakanlığı da yapmıştır) Orhan Eren zamanında, Ulus Meydanı düzenlenirken ve şimdiki Ulus İşhanı yapılırken, on metre kadar Kızılay yönüne doğru taşınacaktı. Bu taşınmada heykel aslına sadık kalınmayarak, biraz daha yükseltilmişti.

OKUL

O sıralar elektrik gelmişti; o kandil, oturdukları Hacı Bayram Mahallesi’ndeki caminin minaresinde lambalar yanıyordu. Yıl 1928’di ve çocuk gözleri ilk kez elektrikle tanışmıştı. Aslında Ankara’ya ilk elektrik 1925’te üretilmişti. Havagazının gelmesine daha bir sene vardı. Evlerine elektrik daha da sonra geldi.

17 Mayıs 1928’de ikinci Meclis’in karşısında, mimarı değişince projesi bulunamadığı için yapılması unutulan giriş merdivenleri de tamamlanmış, Ankara Palas açılmıştı. 19 Mayıs 1928’de Afgan Kralı Emanullah Han ve refikası Kraliçe Süreyya, Ankara Palas’ın ilk konukları oldular. Ankara Palas’ın yüz on kaloriferli odası, her birinde de Ericsson marka geyik boynuzuna benzeyen telefonlar vardı.

1 Kasım 1928’de Harf Devrimi yapılmış, Latin harflerine geçilmişti. Yediden yetmişe herkes yeni harfleri sökmeye çalışırken 1929’da küçük Halil’i ilkokula göndermeye karar vermişlerdi. Ancak henüz beş yaşında olduğu için okullar onu kabul etmiyordu. Samanpazarı - Denizciler Caddesi ve 2. Anafartalar Caddesi arasında kalan üçgende Ankara’nın Musevi vatandaşlarının ağırlıklı olarak oturdukları Musevi Mahallesi vardı. Halil’i bu mahallede, Sinagog’un bulunduğu daracık Birlik Sokak’ın devamındaki Esen Sokak’ta, babasının ahbabı maarifci Hüseyin Avni (Çubukgil) Bey’in “Hususi Bizim Mektep”ine gönderdiler. Kayıt için fotoğraf çektirmeleri gerekiyordu. Kendini körüklü fotoğraf makinasının karşısında bulmuştu; civciv çıkacak – kuş çıkacak derken siyah örtünün altına saklanmış fotoğrafçı elinde bir tabaka fotoğrafla çıktı. Alaminut yani seyyar fotoğrafçı, makasla altı küçük fotoğrafı birbirinden ayırdı, Halil’in mendilinin her bir katına kuruması için yerleştirdi – gerektiğinde bir daha yapılabilmesi için arabını da (negatifi) verdi

ve okul yolu tutuldu.

Beş yaşındaki bir çocuk her sabah kendi başına Hacı Bayram’daki evinden çıkıyor, yürüye yürüye Anafartalar Caddesi’nin sonundan sağa - aşağıya inerek Sakalar Mahallesi’ndeki okuluna gidiyor, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Latin harfli eğitimini alıyordu.

Bırakın bir okul servisini, kimsede kol saati bile yoktu. Zil elle sallanarak çalınca okuldan çıkar, yürüyerek evine dönerdi.

Okul öğretmeni Bedia Hanım’ın ödevlerindeki başarısından dolayı kendisine verdiği cicili bicili kartları yetmiş beş sene sonra - 2004 yılında, hala çantasında taşıyordu.
         
Denizciler (Bahriyeliler) Caddesi, adını ilk hükümet zamanında o caddeye taşınan Denizcilik Müsteşarlığı’ndan dolayı almıştı. Yıllar içerisinde, Musevi Mahallesi’nde, belki biraz 1942’deki Varlık Vergisi, belki de İstanbul’da 1955’te yaşanan 6-7 Eylül olayları nedeniyle göçler olacak – kalan son Musevi vatandaş yaşlı Sarah’ın 1994’te, Sinagog görevlisinin de 2004 Ağustos’unda ölmesiyle hiç Musevi vatandaş kalmayacaktı.

Denizciler Caddesi’nde Marmara Hamamı’nın çapraz karşısında İstiklal İlk Mektebi, şimdiki Posta Caddesi’nde ise etrafı borularla çevrili İnkilap İlkokulu vardı. Daha sonra adı Devrim İlkokulu olarak değiştirilien bu okul 1950’li yılların ikinci yarısında yıkılarak yerine “yürüyen merdivenli” Modern Çarşı yapılacak, yıkılmış bir okul üzerine kurulan bu çarşı da 24 Aralık 2003’te tamamen yanacaktı.

Yeni Cumhuriyet’in yeni başkentine akın akın memurlar geliyordu. Bu yüzden had safhada konut ihtiyacı vardı. Derken babası birinci sınıfın sonunda Hacı Bayram’daki evi Beypazarlı terzi Cemal’e sattı ve Etlik Bağları’na taşındılar.

Artık ilkokula Etlik’te gitmeye başlamıştı. 23 Aralık 1930’da gericiler Menemen’de ayaklanarak ihtiyat zabiti (yedek subay) öğretmen Kubilay’ı, bekçi Hasan ve Şevki Efendi’leri şehit etmişlerdi. Bir sene önce Menemen Savcısı olan eniştesi Emin Halim (Ergun) Bey’i ziyarete gitmişlerdi. Gerçi eniştesi artık Ankara’da avukatlığa başlamıştı ama Menemen artık bildiği bir yer olduğundan “Menemen’de bir öğretmeni kestiler”i duyduğunda çok etkilenmiş, çok sorular sormuştu kendi kendine; o infiali hiç unutamayacaktı.

Ulus’tan, Keçiören’e, Etlik Bağları’na şasi ve motoru ithal edilen, karöseri ağaçtan Bursa’da yapılan gri renkte, beş, altı ya da sekiz kişilik “Kaptıkaçtı”lar yolcu taşımaktaydı.

Bir de İmalat-ı Harbiye’nin (Makina Kimya Endüstrisi) çalıştırdığı on iki, on dört kişilik üstü açık sarı, altı yeşil, yüksek iki basamakla çıkılan, motoru önden kurmalı olarak çalıştırılan, yolcuları tamamen dolduktan sonra kalkan, halkın EMAYEN dediği Almanya’dan getirilmiş M.A.N. otobüsler vardı. Sovyetler Birliği’nden buğday karşılığı yüz adet alınan ve bilet ücretleri, tam: 15 kuruş, öğrenci: 7,5 kuruş olan ZIS marka otobüsler daha sonraları, 1935’te gelecekti.

Zis marka otobüslerin karoserlerinin üzerine “Uray Otobüsleri” diye yazılmıştı. Uray: Belediye demekti. “Uray” halk tarafından hiç tutulmamış, kullanılmadığı için zamanla unutulup gitmişti.

Uray gibi halk tarafından benimsenmeyip unutulan başka sözcükler de vardı:
Kamutay: Meclis
İlbay: Vali
İlçebay: Kaymakam

Zis’lerin arkasında Emayen’lerde olmayan yolcu indirme - bindirme kapısı vardı. Sibirya’nın eksi kırk derece soğunda bile tıkır tıkır işlediği söylenirdi. Otobüslerin garajı da Sıhhiye’de, bugünkü Abdi İpekçi Parkı’nın olduğu yerdi. Bu garaj 1946’da tamamen yanmıştı.

Yollarda, Körük (tek atlı), Fayton (çift atlı), iki kişilik Landon (Kupa) at arabalarının dışında, halkın aynen “Dodge”, Ford ve “Şevrole” diye okuduğu, lastik “ebüüüve” (fosford) kornalı araçlar vardı. Şehir içinde korna çalmak yasaktı.

İkinci Meclis Binası’nın önünde Gazi’nin Lincoln arabası beklerdi. Az sayıdaki taksinin numarası (plakası) başında daha 06 olmadan sadece T ile başlıyor, hususi araçlarınki ise H ile başlıyordu. Ulus Meydanı’nda hep park etmiş iki hususi araç görülürdü. Bir tanesi Vehbi Koç Apartmanı’nın önündeki tel tekerlekli bir Ford, öteki de İş Bankası Genel Müdürü’nün otomobiliydi. Hacı Bayram’da babasının arkadaşı (ıspanağın oğlu) Dr. Hüseyin Ertuğrul’un tenteli, tel tekerlekli 1927 model Ford’u, Etlik yıllarından da Bursa Mebusu Muhittin Baha (Pars) Bey’in tel tekerlekli, tek kapılı otomobili zihninde yer etmişti.

Benzin satışı 1928’den itibaren İş Bankası ve Meydan Palas’ın yanında, kollu tulumba ile çekilen iki galonluk cam şişelerle vasıtalara satılırdı. Asfalt 1933 yılına kadar sadece Baş Vekalet önünde (eski Maliye Bakanlığı), o da binanın uzunluğu kadar vardı.

Ankara Kale’sinin kapısında şimdi kaderine terkedilmiş, viran bir saat kulesi vardır. O saat kulesi Abidin Paşa’dan (1886-1894) önceki Vali Sırrı Paşa zamanında yapılmıştı. Strazburg yapımı saatin bir metre çapındaki dövme zili vurduğu zaman sesi Etlik’ten de, Çankaya Bağları’ndan da duyulurdu. Ramazan topu da Kale’den atılır, Ankaralılar iftarlarını açarlardı.

         
Saat Kulesi’nin istasyon tarafına bakan yüzüne “Ankara’nın Aşağı Yüzü”, Hüseyin Gazi ve İdris Dağı’na bakan yüzüne ise “Ankara’nın Yukarı Yüzü” denirdi.

Saat Kulesi’nin dibindeki At Pazarı’na, daha aşağılardaki Koyun Pazarı’na ve Samanpazarı’na çevre köylüler alış verişe geliyordu. Atlarını, eşeklerini şimdi otomobilleri otoparklara bırakır gibi Pilavoğlu Hanı’na, Çukurhan’a, Çengel Han’a bırakıyorlar, bir yandan alışverişlerini yaparlarken hayvanlarının bakımları yapılıyordu. Kimbilir belki de şimdi kullandığımız “değnekçi” lafı o zamanlardan kalmaydı. Develer, kömüşler, inekler, öküzler, camuzlar da han ve civar sokakların gelip geçenleri arasındaydı. Şu anda restore edilmekte olan Çengel Han’ın içinde, Koçzadeler’in ilk dükkanları yer almaktaydı. Saat beşe gelirken evli evine, köylü köyüne giderdi.

SU

Ankara susuzluğuyla meşhur bir şehirdi, sokaklarında su taşıyan sakalar dolanırdı. Ankaralılar suyu sokak çeşmelerinden ya da kuyulardan sağlardı. Dut ve kavak suyun işaretiydi ve kuyular genellikle bu ağaçların olduğu bölgelerde bulunuyordu.

İmkanı olanlar, Ayvalı’da Hayat Suyu, Yalçınkaya Suyu, Dutlu Suyu ve Taşyaran Suyu membağlarından çinko kapaklı tenekelerle, varilli arabalarla su temin ediyor, İstanbul’dan şişelerle Taşdelen Suyu, İzmit’ten de Çene Suyu geliyordu.

Gazi Mustafa Kemal’in asıl adı Cankaya olan ama Çankaya olarak tanımlanan bağlardaki evi Can Membağı’nın yakınındaydı. Bu membağın suyu aşağılara, şimdiki Sheraton Oteli’nin karşısındaki vadiden akardı; kışın ve yağışlı havalarda Kavaklıdere’de oluşan dere yatağından İncesu’ya karışırdı.

Evlerdeki çeşmelere su 1936’da geldi. Nafia Vekili (Bayındırlık Bakanı) Ali Çetinkaya zamanında, Türkiye Cumhuriyeti’nin “ilk” barajı, altı milyon lira harcanarak Aydos Yaylası’ndan gelen Çubuk Çayı üzerine kurulmuştu. Halil Makaracı, kırk metre yüksekliğindeki baraj bendinin betonunun iki tepe arasına çekilmiş teleferikle dökülüşüne 1934’te tanık olmuştu. Tepelerin tekine nedense Alman Tepesi dendiğini de hatırlıyordu.

Ankara’ya 1929 -1946 yılları arasında hem belediye başkanı, hem de vali olarak çok büyük hizmetlerde bulunmuş olan Nevzat Tandoğan, Çubuk Barajı’ndan şehre borularla su gelmesini sağlamış, bir damla suya muhtaç Ankaralıları suya kavuşturmuştu.

10. YIL

Cumhuriyet’in 10. Yılı’nda büyük bir coşku havası hakimdi. On yılda her savaştan açık alınla çıkılmıştı. Ankaralılar henüz Hipodrom yapılmadığından ikinci TBMM’nin önüne yapılacak tören için toplanmışlardı. Hipodrom, ana girişinde bugün de asılı olan mermer tabelada yazdığı gibi “Ankara Vilayeti Hususi İdaresi” tarafından 1934 -1936 yıllarında yaptırılacaktı. 19 Mayıs Stadyumu ise 15 Aralık 1936’da hizmete girecekti.

29 Ekim 1933’te ikinci TBMM binasının hemen önüne seyyar tribünler yapılmış, tüm Ankaralılar coşkuyla Ankara Palas’ın önüne toplanmıştı. Ulus’tan istasyona doğru akın akın öğrenciler, askerler, izciler, hukuk mektebi talebeleri, onluk toplar, süvariler, trampetliler, efeler, askeri birlikler, piyadeler, topçular ve o günkü levazım birlikleri Gazi’ye selam vererek geçit yapıyor ve küçük Halil hayatında ilk defa uzaktan Gazi’yi görüyordu.

Gazi yakasında beyaz mendili, siyah smokini ile kürsüden coşkuyla sesleniyordu:

“... Kurtuluş Savaşı’na başladığımızın on beşinci yılındayız.
Bugün Cumhuriyet’imizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!...”

Küçük Halil bir daha Gazi’yi, 10 Haziran 1934’te, istasyonda İran Şahı Rıza Pehlevi’yi karşılarken görecekti.

Kutlamalar sırasında Ankara Palas, Ulus Meydanı üzerindeki semada Vecihi (Hürkuş) Bey başında meşin başlık, gözünde gözlük, tek kanatlı (satıhlı) uçağıyla takla atarak gösteri yapıyor ve eliyle aşağıya vecizeler yazılı biletler atıyordu.

O alkışlar,
o gözyaşları,
o güzelim 10. Yıl Marşı,
o güzelim 10. Yıl Kutlamaları bir ömür boyu unutulamayacaktı.

ORTAOKUL

Ortaokula Kurtuluş’ta başlamıştı. Okula gelebilmek her sabah, sefertasında pekmez eksik olmayan arkadaşı Mehmet Tek’le birlikte Etlik’ten Ulus’ta iniyor, Ulus’ta kaptıkaçtıyı kaçırırsa, İbadullah Cami - Tacettin Sultan’a kadar yürüyüp derse yetişiyordu. Şimdiki Dikimevi’nin olduğu yerde Gedikli Erbaş Okulu, az ilerisinde de Musiki Muallim Mektebi vardı.

Bir yıl sonra okulunu değiştirdi. O yıllarda Anadolu’da muazzam bir öğretmen açığı vardı. Çok seri şekilde Anadolu’ya koşacak öğretmenler yetiştirilmeliydi. 1926 yılında Konya’da kurulmuş olan iki yıllık “Orta Muallim Mektebi” 1929’da Ankara’ya, şimdiki Gazi Üniversitesi Rektörlüğü’nün olduğu yere taşınmış. Mimar Kemalettin Bey’in eseri yeni binada “Gazi Muallim Mektebi ve Terbiye Enstitüsü” adı altında, lise ile birlikte eğitim vermeye başlamıştı. Daha sonra lise kısmı Gazi Muallim Mektebi’nden ayrılarak Galatasaray Lisesi ayarında olabilmesi arzusuyla Gazi Lisesi olarak 1936’da Hergelen (Hergele ya da İtfaiye) Meydanı’ndaki yeni binasına taşınacaktı. Muallim Mektebi ise “Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü” adı ile yerinde eğitime devam edecekti.

Bu arada 21 Haziran 1934’te 2525 numaralı Soyadı Kanunu çıkmıştı. 24 Kasım’da Gazi Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı TBMM tarafından takdim edilmişti. Kurtuluş’taki ortaokulundan gelen artık Makaracı soyadını taşıyan küçük Halil, Gazi’yi meclis binasındaki toplantıdan (inikat) çıkarken görebilmek umuduyla Ankara Palas’ın “altı buçuk basamaklı” merdivenine çıkmış bekliyordu. Derken hava kararmaya başladığı için, Gazi’yi göremeden Etlik’e dönmek zorunda kalmıştı.

Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Gazi Lisesi’nin yeni binasına taşınmadan önceki öğrencilerindendi.

Halil Makaracı, üç numara traşı – aynı Gazi gibi körüklü bağlanmış kravatıyla Gazi Lisesi’nin yeni binasının ilk öğrencilerindendi. İsmet İnönü’nün oğlu Ömer’de aynı okulda orta 2’ye, Erdal İnönü ise orta 1’e gidiyordu.
Bugün, Yüksek İhtisas Hastanesi’nin bulunduğu yerde, babası Ziya Makaracı’nın 1902’de mezun olduğu Taş Mektep (Ankara Erkek Lisesi) bulunuyordu. Taş Mektep’in batısındaki gayri müslim mezarlığı “Maşatlık”ın yerine 1936’da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi kurulmuştu. Taş Mektep’in ismi 1938’de Atatürk Lisesi olarak değişecek, 1940’lı yıllarda da yeni binasına taşınacaktı.

Halil Makaracı, 31 Mayıs 1937’de Gazi’yi, 30 Ocak 1937’de açılmış olan yeni Ankara Garı’nda, bu sefer Ürdün Emiri Abdullah’ı karşılarken, hem de çok yakından görmüştü. Gazi’yi bir daha ve son defa 29 Ekim 1937 tarihinde resmi geçit için Hipodrom’a gelirken ve tribündeki yerini alırken görecekti. Ondan dört gün önce Celal Bayar başbakan olmuştu.

1938 geldiğinde Gazi hasta, hem de çok hastaydı. 23 Nisan törenlerinde Atatürk Orman Çiftliği’ne götürülen öğrencilerden Hatice Kıratlı’dan yıllar sonra dinliyordum:

Sağır Dilsizler Okulu öğrencileri mavi formaları ile akordeon çalıyorlardı. Derken Atatürk manevi kızı Ülkü ile belirmişti. Ülkü beyaz elbisesiyle tavşanları seviyordu.

Bütün öğrenciler el çarpıp,
- Çok yaşa Atatürk     diye bağırıyorlardı.

Hayatı boyunca bir daha böyle güzel mavi göz göremeyecekti küçük Hatice. Ata’nın gözlerinde öyle bir ışık vardı ki; camgöbeği gibi, buğulu maviydi. Ama sapsarıydı benzi. O sarılığı da hiç unutamayacaktı. Atatürk’ü görebildiği için bir ömür boyu kendisini hep çok şanslı hissedecekti Hatice Hanım.

Halil Makaracı 1938 sonbaharında her sabah Gazi Lisesi’ne giderken Ulus Gazetesi alıyor, sınıf arkadaşlarına Ata’nın sağlık durumu ile ilgili son gelişmeleri, günlük tıp raporunu, nabız, kan, idrar değerlerini okuyordu. Ata’nın karın boşluğundan asidoza bağlı devamlı su alınıyordu. Hastalığının son dönemlerinde karnından alınan su miktarı otuz iki litreyi bulmuştu.

10 Kasım 1938 günü öğleye doğru kara haber geldi;

Ata ölmüştü...

Bütün öğrenciler Ulus’taki heykele koştular; hep bir ağızdan “ATAM İZİNDEYİZ” diye bağırıyorlardı.

Babasını, Ata’sını, büyük önderini kaybetmiş bir ulus hep birlikte (bu satırları yazarken benim de olduğum gibi) iki gözü iki çeşme ağlıyordu.

BİR EDEBİYAT SINAVI

1941’de Gazi Lisesi’ndeyken bir yıl önce Köy Enstitüleri’ni kuran Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, üzerinde kruvaze ceket, kırmızı “9” plakalı Cadillac Lasalle makam aracıyla Gazi Lisesi’ne gelmişti. Sınıflarındaydı; edebiyat hocaları kemençe üstadı, daha sonra Ankara Radyosu Müdürlüğü de yapacak olan Ruşen Ferit Kam’dı.

Hasan Ali Yücel, yanında Hıfzı Rahman Raşit Öymen, Reşat Tardu ile birlikteydi. Gür sesiyle öğretmenlerine seslendi:

- Ruşen Beyyyy; hangi öğrenciyi isterseniz kaldırabilirsiniz!

Halil Makaracı’yı öğretmenleri çok severlerdi. Kuvayı Milliyeci coğrafyacı Edip Öymen ne zaman harita yırtılsa onu çağırır, o da zamkıarabi ile haritayı yapıştırırdı.

Ruşen Bey’de sınıfa döndü:

- 956 Halil Makaracı; kalk ayağa!      diye seslendi.

Rappppp...

Halil Makaracı, saçlar yine üç numara, kravat 2004 yılında da aynı şekilde bağlayacağı gibi yine körüklü, ayakta “hazır ol”daydı.

Hasan Ali Yücel, Şair-i Azam Abdülhak Hamit’i soruyor, Halil’in cevapları divan edebiyatı, tanzimat edebiyatı, serveti fünun, fecri ati’den başlayıp, Abdülhak Hamit’in Belçikalı eşi Lucienne’e kadar gidiyordu.

Bakan elini sıktı, çok hoşuna gitmişti;
Siyah Cadillac’ının lastikleri bahçede ve Halil’in belleğinde silinmez izler bırakarak Gazi Lisesi’nden ayrıldı.

İkinci Dünya Savaşı kapımızı çalarken bütün okullar 10 Nisan 1941’de erkenden tatil edildi; neler olacağı kestirilemiyordu.

HUKUK FAKÜLTESİ

Derken Hukuk Fakültesi yılları geldi. Mektebi Hukuki ilk olarak 5 Kasım 1925’te Hükümet Meydanı’ndaki eski Telgrafhane binasında Gazi Mustafa Kemal’in:

- Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu müessesenin küşadında hissettiğim saadeti hiç bir teşebbüsümde duymadım     sözleriyle açılmıştı.

Eski Telgrafhane binası 1890'larda Abidin Paşa zamanında inşa edilmiş ve Kurtuluş Savaşı sırasında bütün civar vilayetlerle ve diğer bölgelerle iletişimi sağlayarak çok önemli bir rol oynamıştı.

Mektebi Hukuki’nin 1925’teki müderrislerinden (profesörlerinden) Münir (Ertegün) Bey’in cenazesi yirmi bir sene sonra Washington Büyükelçisi olduğu Amerika Birleşik Devletleri’nden, Japonya’nın kayıtsız şartsız teslimiyeti imzaladığı, nice Kamikaze’nin çakılıp batıramadığı dev Missouri gemisiyle Türkiye’ye gönderilecekti. Aslında Missouri’nin gelişi Joseph Stalin’e bir gözdağıydı. Karşılama için gönderilen Hukuk Fakültesi öğrencilerinden birisi de, geminin karton kibrit kutusunu elli sekiz senedir saklayan son sınıf öğrencisi Halil Makaracı olacaktı.

1940’ta Opera’nın karşısındaki İller Bankası’nın yanında bulunan çıkmaz sokaktaki binaya taşınmış, 1941’den itibaren de şu anda bulunduğu Cebeci’deki binasında eğitime devam etmişti. Halil Makaracı fakülteye 1942’de yeni binanın ikinci senesinde başlamış, kendisini ordinaryüs profesörlerin karşısında dizinin üzerindeki defterlere notlar tutarken bulmuştu.

Boş zamanlarında küçüklük arkadaşı Muzaffer Akdağ ve Setter cinsi köpeği Can ile avlanmak için, Kurt İni (şimdiki Yenimahalle verici antenlerinin Ayvalı’ya doğru uzantısı), Kurt İni’nin son tepesi Cin Kalesi, Memlik, İvedik, Pamuklar Çiftliği, Yakacık, Kumludere, Damlamaz, Ovacık (Karşıyaka Mezarlığı sırtları) Meteoroloji’nin olduğu Karakuş Dağı’na ya da Uğur Mumcu’nun dedesi Ethem Efendi’nin Ayvalı’daki bağına gidiyorlardı. Bazen de Tıp Fakültesi’nden arkadaşı Oktay Uygur’la Borsalino şapka ve en şık giysileriyle Ulus’ta turluyorlardı.
                   
O sıralar İkinci Dünya Savaşı devam ediyordu. Geceleri karartma uygulanıyordu. Ekmek karneyleydi; memurlara şeker, basma veriliyordu. Milli Korunma Kanunu yürürlükteydi ve malların fiyatları sabit kalmak zorundaydı. Liseli erkek öğrenciler okullar tatil olduğunda kışlalarda akşam olunca evlerine gönderildikleri yirmi günlük bir askeri eğitimden geçiyorlar; yüksek okul öğrencileri ise bu yirmi günlük eğitimi bazen kışlalarda, bazen de çadırlarda yatarak tamamlıyorlardı.

İşte böyle bir ortamda Hindenburg’un zamanında başbakanlık yapmış Von Papen, Kavaklıdere’deki Nazi Bayrağı dalgalanan Alman Sefareti’nde Hitler’in büyükelçisi olarak bulunuyordu. 1942’de Von Papen bombalı bir suikastten kurtulmuştu. Makaracı, Emin Yoldaş’ın hakim olduğu, Pavlov ve Kornikof isimli sanıkların yargılandığı suikast davasını izleyen genç bir Hukuk Fakültesi öğrencisiydi.

Aslında çocukken 7 Mart 1927’de kapatılmış İstiklal Mahkemesi’nin önünden az mı geçmişti. İstiklal Mahkemesi, Anafartalar Caddesi’nin Kurşunlu Cami ve Samanpazarı’na yakın kısmında, şu anda 95 numara ile hala yerinde, bakıma muhtaç bir ikametgah olarak kullanılan eski Ankara evindeydi. İstiklal Mahkemesi savcı ve üyelerinin çoğunun adının "Ali" olmasından dolayı "Dört Ali’ler Mahkemesi" olarak da anılırdı (Ali Çetinkaya, Kılıç Ali, Necip Ali Küçüka, Rize Mebusu Ali). Mahkemede Dr. Reşit Galip gibi Meclis’ten de üye bulunurdu.
   

Ağır Ceza mahkemelerinde verilen idam cezaları açıkta infaz edilirdi. 1933’te henüz dokuz yaşındayken babasının Karaoğlan Caddesi’ndeki aktar dükkanına geldiğinde, Hükümet Caddesi’ndeki Kuyulu Kahve’nin çapraz köşesinde, şimdi Ulus Oteli olan, o zamanki Anafartalar Karakolu’nun önüne kurulan darağacına asılmış üç mahkümu, babasından gizli görmeye gitmiş – güler yüzlü bir polisin:

- Yeğenim çok baktın, sonra gece uykuna girer...      uyarısıyla gıcır gıcır gıcırdayan sehpaların yanından uzaklaşmıştı.

Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nın Dördüncü Bap’ında ihtiyat zabiti olarak cepheye gitmek üzere olan öğretmen Nurettin Eşfak'ın mektup yazdığı Kuyulu Kahve, 1940’ta yıkılacak, yerine yıllar sonra üzerine uçak düşecek Ticaret Han yapılacaktı.

Hukuk Fakültesi yıllarında Ankara’daki bir önemli değişiklik de Ulus ile Yenişehir (Tosbağa Yatağı) arasındaki sivrisinek yuvası Boklu Bostan olarak tanımlanan alana yapılan Gençlik Parkı’ydı. Boklu Bostan’da, “kokaryakıt” olarak tanımlanan tezek de kurutulurdu.
Ankaralılar Gençlik Parkı yokken, halka açık olan, havuzunda kırmızı balıkların yüzdüğü, İkinci Meclis binasının yemyeşil bahçesine giderlerdi.

Bu arada gecekondulaşma da başlamıştı. Kale’nin karşısındaki, Timur’un Yıldırım Bayezid’i beklediği, yakın bölgenin en yüksek rakımlı yeri olan Hıdırlık (Hızırlık) Tepe (Altındağ), bir gecede yapılan derme çatma evlere ve önüne kuruluveren ip salıncaklara sahne oluyordu. Salıncak, evde “yaşandığının” kanıtı oluyor, mesken hüviyetiyle dokunulmazlık zırhı ortaya çıkıyordu. Uyduruk tuvaletler, salıncaktan sonra, ilaveten yapılıveriyordu.

Bu arada “asri” kelimesi furyası almış başını gitmişti. “Asri”, berberinden, lokantasından yeni yapılan Cebeci Mezarlığı’na kadar oldukça yaygın kullanılırken Anafartalar Caddesi’nde, Çıkrıkçılar Yokuşu’nun başına, caddenin tam ortasına, yerin altında kalan bir de “Asri Hela” inşa ediliyordu.

Daha sonra 1946 - 1947 yıllarında askerlik, ardından avukatlık stajı, bir avukat olarak daha güzel konuşabilmek için duruşma günlerini ayarlayarak devam ettiği Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ndeki iki sene edebiyat, iki sene felsefe tahsili ve kırk yıl sürecek serbest avukatlık yılları geldi.
1950 ve sonraki yıllar, daha iyi bilinen ve anlatabileni çok olan yıllar olduğu için burada kısaca değiniyorum. 1950’ler ve sonrası Kızılay’ını http://www.ergir.com adresindeki “Piknik” yazısında detaylı olarak yazmıştım.

1956 -1958 yılları arasında Cebeci ve Keçiören okullarında gönüllü öğretmenlik yapmış – Ulus, Akis, Hürses gibi gazetelere gerek haber olmuş, gerekse yazılar yazmış, pek çok önemli davada mesleğini icra etmişti.

Alkol muayenelerini polis memurlarının “sürücünün ağzından çıkan nefesi, bizzat burunlarıyla koklayarak” yaptıkları dönemlerde, bu kontrollerin çağdaş aygıtlarla yapılabilmesi için Trafik Mevzuatı çalışmaları, içinde “kelepçenin takılma şartları”yla ilgili çok kapsamlı araştırmaların bulunduğu etüdleri olmuştu. Türk Hukuk Kongresi’ne “Hukuk ve Adalet Reformu Tebliği”ni sunmuş, Yüksek Trafik Konferansı’nda Trafik Mahkemeleri hususunu, dile getirmişti. Ankara Barosu Dergisi’nde de yıllarca yazıları yayınlanmıştı.

Halil Makaracı, 1953’te sevgili eşi Gönül Hanım’la hayatını birleştirmişti. 24 Temmuz 1952’de Kınacı Han’da kuyumculuk yapan ortaokuldan sınıf arkadaşı, Ahmet İsvan’ın da sıra arkadaşı Kevork Kayzak’ın yaptığı alyansları bir daha çıkartmamak üzere parmaklarına takmışlardı. Alyansların manevi değeri, içlerine kazınmış olan “24 Temmuz” tarihinin, 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması ile aynı tarih olmasından dolayı da çok yüksekti.

1 Ekim 1943’te çekilmiş bir fotoğrafta, Halil Makaracı, Karaoğlan Çarşısı’nın önünde Borsalino şapkasıyla yürürken, 26 Temmuz 1943 tarihinde tam aynı noktada çekilmiş bir başka fotoğrafta, yedi yaşında bir kız çocuğu annesinin elini tutmuş yürüyordu. Bu iki fotoğraf on yıl sonra Makaracı Ailesi’nin albümünde bir araya gelecekti, çünkü fotoğraftaki o küçük kız, bir ömür seveceği, kızları Ayşe ve Ferda’nın annesi olacak Gönül Demirtaş’tan başkası değildi.
     

NURETTİN ALPTEKİN – YENİMAHALLE

Yazımın bu bölümünde kısaca Anafartalar Caddesi’nin tarihi kolonyacısı Eyüp Sabri Tuncer’in damadı Nurettin Alptekin’in anlattıklarına da yer vermek istiyorum. Eyüp Sabri, Adliye Sarayı’nın tam karşısında Gazi Mustafa Kemal’in Selanik’ten çocukluk ve silah arkadaşı Nuri (Conker) Bey’in Sakarya Apartmanı’ndaki dükkanında 1927’de tuhafiyeci olarak kiracıydı.. İşler kötü gittiğinde Nuri Bey kirayı ya eksik alır, ya da hiç almazdı. Gazi, zaman zaman Nuri Bey’le apartmana gelir, en üst katta yemek yerler, ileride Anıt Kabir’in bulunacağı Rasathane Tepesi’ne (Anıttepe) bakarak sohbet ederlerdi.
Nurettin’in babası Selanik göçmeni Mustafa’ydı. Mustafa, Hamza ve Bahri kardeşler, Pamuklar Çiftliği’nin sahipleriydi (Gazi Orman Çiftliği için istimlak çalışmaları yapılırken buğday eken Mustafa, Gazi’nin dikkatini çekmiş, yanındaki tapu müdürüne:

- Şu köylü bizim Dobruca köylülerine ne kadar benziyor     demişti.

Gazi, Mustafa’ya arazilerinin sınırını sormuş, Mustafa ‘da Akmaz Çeşme’den şimdi Yenimahalle verici antenlerinin yer aldığı tepeye kadar olan araziyi göstermişti ve istimlak, Pamuklar Çiftliği sınırına, yani şimdiki İvedik Caddesi’ne kadar yapılmıştı.

1940’lı yılların sonunda konut sıkıntısı had safhaya ulaşmış, yeni gelen memurlara ahırdan bozma evler kiralanırken 1948 -1950 yılları arasında Ankara Belediye Başkanı olan Ragıp Tüzün, metrekaresi 17 kuruştan Pamuklar Çiftliği’ni satın almış, alt yapı çalışmalarını bitirmiş ve metrekaresi 1 liradan halka konut yapabilmeleri için parselleyip satmıştı. Ucuz Arsalar olarak adlandırılan bu yeni mahalle, daha sonra Yenimahalle adını alarak Ankara’nın önemli bir yerleşim merkezi haline gelecekti. Daha sonra Yenimahalle’nin troleybüs hattı boyunca kalbinden geçen ana caddesinin adına da Ragıp Tüzün Caddesi adı verilecekti.

DÜKKANLAR

Halil Makaracı, Karaoğlan Caddesi’nin başından, Anafartalar’ın en sonuna – Samanpazarı’ndaki Esen Park’a kadar olan tüm dükkanların tek tek ve sırasıyla, sayfalar tutan uzun listesini oluşturmuştu.

Birinci, Yenice, Serkldoryan, Boğaziçi, Yaka, İsmet Sigarası, Hanımeli gibi sigaralar satan tütün gişesi, Yahya Kemal’in her Ankara’ya gelişinde mutlaka uğradığı İstanbul Pasta Salonu ve Çay Evi, Arnavutluk’tan göç ettikten sonra başlangıçta seyyar olarak ibrikle “hani ya boooza?” diye seslenerek boza, demirhindi, şıra satan Muharrem Akman’ın, kardeşi Vahap ile birlikte açtıkları Akman Boza Salonu, Bonomo Hırdavat, Menekşe Kumaş, hırdavatçı Aron Araf, Atatürk’e ayakkabı yapan kunduracı Haim Kohen, yeşil zeytini ilk defa orada gördüğü Ankara’daki ilk mandıra Bursa Pazarı, Süslen Manifatura, (babası) Ziya Makaracı’nın aktar (attar) dükkanı, Apa Kundura, Rehber Mağazası, Yüz Bir Çeşit Ayakkabı, Kuyumcu Zeynel, İnci Terlik, Akalın Kundura, Eyüp Sabri Tuncer Kolonya, Singer Dikiş Makinaları Kumpanyası, Akasya Tuhafiye, Foto Rıdvan (Kırmacı), dondurmanın vejetalin yağıyla yapılarak ilk defa kesilerek satıldığı Akalın Pasta Salonu bu uzun listeden seçtiklerim.

Asıl adı “kalenin altı” anlamına gelen “Tahta’l - Kal’a” olan ama “Tahtakale” olarak anılan Suluhan’dan Belediye’ye kadar olan çarşı ise (hal civarı) bir “yangınlar şehri” olan Ankara’da daha 1929’da tamamen yanıp tarihe karışmıştı. Suluhan ise Posta Caddesi inşaatı sonrasında yol seviyesinin oldukça altında kalmıştı. Ankara, tarihinin en büyük yangın felaketini “32 Yangını” olarak anılan (Rumi 1332) Eylül 1916’da yaşamış, Hisarönü’nden Bent Deresi – Tabakhaneye kadar yapı ustası ya da kuyumcu Ermeni’lerin de oturduğu çok geniş bir yerleşim bölgesi yanıp kül olmuştu.

Merkez Bankası’nın yanında şimdiki 100. Yıl Çarşısı’nın olduğu yerde, bol akasya ağaçlı Şehir (Millet) Bahçesi 1933’te yıkılıp yerine tek katlı Muhasebei Hususiye (Özel İdare) Çarşısı yapılmıştı. Bu çarşıda yer alan ve bir kültür merkezi olan Akba Kitabevi’ni, Hacı Bekir, Osman Nuri şekercilerini, Merkez Bankası tarafındaki İnebolu Sokak ile Bankalar Caddesi’nin kesiştiği köşede bulunan “Karpiç’in Şehir Lokantası”nı da bu satırlara eklemeliyim.

Karpiç’in Cumhuriyet Ankara’sında apayrı bir yeri vardır. Gazi’nin emriyle İstanbul’dan Ankara’ya taşınıp 1928’de Taş Han’da açılan Gürcü Karpiçesko’nun lokantası, daha sonra 1933’te Muhasebei Hususiye Çarşısı’na taşındı.

Süleyman Kazmaz’ın anlatımıyla; Ankaralılar “Borç Çorbası”nı Karpiç sayesinde tanımıştı. Karpiç, polikacıların, gazetecilerin, diplomatların uğrak yeriydi. Macar asıllı Darvaş kemanıyla Çigan Müziği çalardı.

Karpiçesko çok sevilir ve “baba” lakabıyla anılırdı. 1953’teki ölümüne kadar Karpiç, Türkiye’nin en iyi ve standartlarına göre en ucuz lokantası olarak kaldı.

Cumhuriyet dönemi Ankara’sının lokantalarında diğer “ilk”ler ise;
sahibi, Halil Makaracı’nın diğer eniştesi Mustafa Çizmecioğlu olan ve 1956’da yanan Zevk Lokantası, Cumhuriyet Yıldız, Turan Tavukçu, Çiçek ve Karadeniz olarak sayılabilirdi.

Sinemalara gelince; Şehir (Millet) Bahçesi’nin istasyon tarafına yakın kısmında 1928 yılında yanan, arada çocuklara tiyatro da oynatan ahşap bir sinema vardı: Büyük Sinema. Sinemayı işleten İstanbul’dan gelen Mümtaz Hanım ve kızı Şeref Hanım, Halil Makaracı’ların Hacı Bayram Mahallesi’ndeki ikinci evlerinin kiracılarıydı.

Taş Han’ın yanında Yeni Sinema vardı. İş Bankası’nın çapraz karşısında, şimdiki Rüzgarlı Sokak’ın köşesinde ise Haziran 1941’de Ken Maynard ve atı Tarzan’ın otuz altı kısım tekmili birden kovboy filmi oynarken yanan Kulüp Sineması vardı. Yangın, Halil Makaracı’nın seyretmeyi çok istediği bu filme henüz gidemeden çıkmıştı. İkinci Anafartalar Caddesi’ndeki Himaye-i Etfal (Çocuk Esirgeme Kurumu) Binası yanındaki Sus Sineması, Denizciler Caddesi üzerindeki Sümer Sineması da Makaracı’nın “sinemalar” listesindeki yerlerini almışlardı.

Yeni Sinema çok güzel bir sinemaydı. Taş Han’ın Zencirli Cami tarafına doğru komşusu olan bu iki katlı binadaki sinemanın deniz mavisi renginde geniş koltukları, arkalarında da localar vardı. Bir de Gazi Mustafa Kemal için ayrılmış özel bir Reisicumhur Locası vardı. Yeni Sinema 1956’da Ulus İşhanı ve çevre düzenlemesi yapılırken yıkıldı. Yapının sağlamlığından ötürü bu yıkım çok zor yapılabilmişti.

Yeni Sinema’nın girişinin yanındaki Longines Saat Dükkanı’nın vitrininde Greenwich’e göre ayarlı bir saat bulunur, gelip geçenler saatlerini ona göre ayarlardı.

Az ötede de, Tayyare Piyango Bileti satan ilk hanım bilet gişecisi Müzeyyen Abla vardı.

KAÇIN BARAJ TAŞTI; ANKARA SULAR ALTINDA KALACAK!..

11 Eylül 1957’de, Elmadağ ve idris Dağı’na ikindi üzeri büyük bir dolu yağışı olmuştu. Bu doluların erimesiyle Hatip Çayı tarihte görülmemiş bir seviyeye yükselmiş, Ankara sel felaketine maruz kalmıştı Köylerden, Kayaş’tan, Mamak’tan ve o havaliden gelen selle Cebeci, Bent Deresi, Kazıkiçi Bostanları, Akköprü Civarı, Mezbaha’nın bulunduğu bölge ve Atatürk Orman Çiftliği sular altında kalmıştı. Çiftlik Köprüsü’nün altı hayvan leşleriyle tıkanmıştı. Sel artıklarının temizlenebilmesi çok uzun bir süre almıştı.

Bu felaket sırasında Ankaralılar:
- Kaçın baraj taştı; Ankara sular altında kalacak!..      söylentisiyle büyük bir panik yaşamıştı.

ULUS ÜZERİNDE HAVADA ÇARPIŞAN İKİ UÇAK

Halil Makaracı’nın Cumhuriyet’le başlayan Ankara anılarına yer verirken nispeten yakın bir tarihte olmuş olsa da, 1 Şubat 1963 günü saat 15:30’da, pırıl pırıl bir havada iki uçağın çarpışarak Ulus’a düştüğü kazaya yer vermeseydim olmazdı.

Ramazan ayında meydana gelen bu kaza Ankaralıların belleklerine kazınmıştı, ancak günümüze ulaşan bir yazılı kaynak olamamıştı. Halil Makaracı, Anafartalar Caddesi’nde o zamanki Adliye Sarayı’nın karşısındaki Adalet Han’ın 3. katındaki bürosunda otururken penceresinden Hisar üzerinde iki uçağın çarpıştığı görülüyordu. Kör uçuşu yapan bir keşif uçağı ile Lübnan Havayolları’na ait Esenboğa’ya inişe geçmiş bir yolcu uçağı havada çarpışmışlardı. Esenboğa Havalimanı’ndan çok önceleri, Türkiye Cumhuriyeti daha yeni kurulurken bez kanatlı, alüminyum kanatlı uçaklar şimdi Tandoğan Meydanı olan Tayyare Meydanı’na inerlerdi. Daha sonra Etimesgut Havaalanı, en sonunda da Esenboğa hizmete girmişti.

Lübnan Havayolları’na ait uçak, deposunda bir ton yakıt kaldığından Esenboğa’da yakıt ikmali yapacaktı. Yani on dört tonluk deposu tam dolu olsaydı, yaşanan facianın boyutları çok daha büyük olacaktı. Uçak, Zencirli Cami’nin az yukarısında Hükümet Caddesi’ndeki Kuyulu Kahve’nin yerine yapılmış olan Ticaret Han’ın üzerine düşmüştü. Eğer Zencirli Cami’nin üzerine düşmüş olsaydı, ikindi namazını kılmakta olan cemaatle birlikte yüz yirmi olan ölü sayısı çok daha artmış olacaktı.

Ortalık ana baba günüydü. Alev topu, yoldan geçenleri, önünde kaçan yayaları, ayakkabı boyacılarını yakalayıp yutuyordu. Yükselen kara duman tüm Ankara’dan görülüyordu. Şimdiki Abdi İpekçi Parkı’nın yerinde bulunan Amerikan Yardım Heyeti’nin PX itfaiyesi de, İtfaiye (Hergelen) Meydanı’ndan Ankara İtfaiyesi’ne yardıma gelmişti. Ankaralılar bir yangına “köpükle müdahele”yi ilk defa bu yangında görmüştü. Zencirli Cami’den aşağılara doğru oluk oluk köpük akıyordu.

Hükümet Caddesi’nin köşesindeki Gazi Orman Çiftliği Süt Ürünleri Satış Mağazası’nın yerine açılmış Gima, yanındaki Raşit Efendi’nin apatmanı ile Ticaret Han arasında uçak enkazından çukur oluşmuş, yanık bedenlerin kokusu ortalığı sarmış, uçağın bir tekerleği, yanmış döşeme parçaları diğer metalik aksam çevreye dağılmıştı. Diğer tekerlek ise Hal’de peynir satan Ulaşan kardeşlerin önce çatısına sonra da lastik top gibi sekerek dükkanlarının önüne düşmüştü.

Caddeler kamyonetlerle hastanelere taşınan ve“bazıları hala yanar vaziyette” ya da tütmekte olan yaralıların haykırışları ile inliyordu. Şimdiki Oğultürk Hanı’nın olduğu yerdeki iki katlı binada hizmet veren İstanbul Bankası’nın şubesinde demir pencerelerden çıkamayan pek çok kişi yanarak ya da boğularak ölmüştü. Kuşlarını kurtarmaya çalışırken yanan Fahrettin Ayvaz’da yıllarca şifa bulamayanlardandı.

** ** **

Ali Esat Bozyiğit’in, “Başkent Ankara Konulu Seçme Makaleler Bibliyografyası” adıyla yayınlanmış, 1923 -2003 yılları arasında Ankara ile ilgili, gazete ve dergilerde çıkmış tüm yazıların bibliyografik künyelerinin kronolojik olarak sıralandığı bir bibliyografyası vardır. Ali Esat Bozyiğit’in derlemesi, Milli Kütüphane bünyesindeki, 1923 -1999 tarihleri arasında Türkiye’de yayınlanmış 566,627 adet makalenin bibliyografik künyelerinden seçilmiştir.

2004 yılında, hiç görmediğim, görebilmeyi çok istediğim bir dönem hakkında yazdıklarım mutlaka eksik, hem de çok eksik kalmıştır,
ama Halil Makaracı Okyanusu’ndan şimdilik bu kadar.

İnce bir Ankara deresinde, birkaç damla oldu bu satırlar.

Elbette, başka damlalar, başka derelere kavuşacak,
dereler birleşip, koca bir göl oluşacak;

çivit mavisi gölün adı da:
“Ankara, Ankara,
güzel Ankara” olacak...

düş hekimi yalçın ergir     http://www.ergir.com
eylül 2004 – Ankara  (yakında Çınar Yayınları’ndan çıkacak “Düş Hekimi – 4” kitabından) 



diğer düş hekimi belgeselleri:
adresindedir

20 Eylül 2013 Cuma

KARTVİZİT KULLANMA SANATI

                                                                                                                  
Sekiz buçuk santim en ve beş buçuk santim boyunda olan bir kağıt parçasının neredeyse aynı ebattaki size bedelsiz verilmiş dünyanın en yüksek kullanım limitli (ya da imitsiz!) kredi kartından daha değerli olabileceğini hiç düşünmüş müydünüz?                     
                                                      Düşünmediyseniz, elinize 

geçecek bir sonraki kartvizitin üzerindeki  mürekkebin anlamını felsefi bir gözle tekrar değerlendirin… Günlük yaşamınızın farklı noktalarında aldığınız bu kağıt parçalarına değer yükleyen yegane etken o kartvizitlerin sahiplerini bir süre geçtikten sonra hatırlamanızdır.
Bu yazıyı okumayı şu anda bırakın! Hemen yanı başınızdaki çekmeceyi ve iş çantanızın ceplerini açın ve “en yakın zamanda organize edeceğim” dediğiniz ve onları yığdığınız “kartvizit zulasını” masanıza dökün! Şimdi… Tek tek kartvizitleri elinize alın ve nerede, ne zaman, ne vesileyle tanıştığınızı ve daha önemlisi kim olduklarını hatırlamaya çalışın!
Eğer hiçbir şekilde anımsamıyorsanız, elinizde üzerine belli bir düzende mürekkep bulaşmış “kağıt parçası” var. Halbuki ilk tanıştığınızda dakikanızı almayacak hızda kendinize kısa notlar almış olsaydınız, mürekkep iletişim fonksiyonunu yerine getirebilecekti.
Bu durumun, elinize şu anda “altı sıfırlı” TL geçmesinden hiçbir farkı yok! Size bugün üzerinde “altı sıfır” olan eski paramızdan bir kamyon dolusu verseler, bunun geçerli olmadığını bilirsiniz ve bir zamanlar çok değer yüklediğiniz o kağıtların artık bir anlamı olmadığını düşünürsünüz.
Kartvizit kullanma sanatı da böyledir! İlk elinize geçtiğinde bir değer yüklüdür. O değer sizin takibiniz ve etkin Business Networking yaklaşımınızla sürekli artabilir. Oysa, ilk etapta dikkat etmeden aldığınız ya da zaman içerisinde sahibini unuttuğunuz kartvizitin en doğru konumu çöp tenekesi olacaktır. (Yine de atmayın!)
Siz tüm kartvizitlerinizi yeniden bu bakış açısıyla gözden geçirirken, ben de bir sonraki yazımda sizlerle başlıca Kartvizit Kullanma Teknikleri’ni paylaşmak üzerine çalışmalarımı hazırlıyor olacağım.



Kaynak: TUGİK

ShareThis